ALEVÎ DEDELERİNE VERİLEN İCÂZETNÂME ÖRNEKLERİ

H.Dursun Gümüşoğlu

Öz

Alevîlik ve Bektaşîlik Osmanlı coğrafyasında dinî yapılanma açısından çok önemli bir yere sahiptir. 13. yüzyıldan itibaren, bu inanç sistemini muhtelif Alevî Ocakları, Erdebil Tekkesi ve Hacı Bektaş Dergâhı olmak üzere üç ana grup altında toplamak mümkündür. Her üç yapılanmanın da ser-çeşmesinin Hacı Bektaş Velî olduğu ise bilinen bir gerçektir.

Bu çalışmada, farklı zamanlarda inanç önderlerine verilmiş olan beş adet icâzetnâme öncelikle Lâtin harflerine çevrilmiş, daha sonra okuyucular tarafından anlaşılmasının kolay olması için günümüz Türkçesine aktarılmıştır. Yayınladığımız icâzetnâmelerden ilki, Sivas’ın Hafik kazasına bağlı Sinekli köyünden ve Seyyid Ali Sultan evlatlarından Seyyid halife oğlu Seyyid Velîyeddin’e milâdî 8 Haziran 1819 tarihinde verilmiştir. İkinci icâzetnâme, Çankırı Şabanözü’ne bağlı Kutluşar Sarısu, Bulgurcu, Kösrelik köyleri halkının talebi üzerine Şeyh Mehmed Saadeddin evlatlarından Arap Ali-zâde Âşık Hasan ve İsmail Efendilere hicrî 17 Mayıs 1315 tarihinde Abdülvahid Dede tarafından verilmiştir.

Belgenin altında başka bir kayıt olmamakla beraber onların soyunun da sırasıyla, Hacı Murad Velî Ocağı’na, Hacı Ali Turâbî Ocağı’na silsileyi müteakip Seyyid Kalender Velî Ocağı’na oradan da Hacı Bektaş Velî Hazretlerine bağlandığı belgeyi veren Emre Şengül tarafından belirtilmiştir. Bu belgede Çelebilerin adı geçmemekte ve mühürleri bulunmamaktadır. Diğer üç icâzetnâme ise Ordu Mesudiye’de Sarı İsmail Ocağı’ndan Kasım Çelebi oğlu Seyyid İsmail ve Seyyid Ali adındaki kişilere 1796 ile 1833 yılları arasında Hacı Bektaş soyundan olduklarını ileri süren Çelebiler tarafından kendilerine verilen icâzetnâmelerdir. Beş icâzetnâmenin birisi Abdülvahid Dede, geriye kalan diğer dördü ise Hacı Bektaş Veli soyundan olduklarını ileri süren Çelebiler tarafından verilmiştir. Bu icâzetnâmeler, verildikleri tarihe ışık tutmaları ve bir inanç sisteminin genel çerçevesini tanımlaması açısından önem arzetmektedir.

Anahtar kelimeler: İcazetname, hilâfetnâme, ehilnâme, Sarı İsmail Ocağı, Hacı Murat Veli Ocağı, Arap Ali-zâde


1. Giriş


Alevî, Bektaşî inanç önderlerine kısaca dede ya da baba denilmektedir. Her inanç sisteminde olduğu gibi bu inancın uygulanmasında da hiyerarşik bir düzen mevcuttur. Dede ya da babaların, inanç ritüellerini uygulamaları konusunda yetkili olduklarına dair üst makam tarafından verilen belgelere “icâzetnâme” denilir.

Bu çalışmamızda, 1796 ila 1833 yılları arasında verilmiş olan toplam beş adet icâzetnâme incelenmiş, böylelikle kökleri yüzyıllar öncesine ulaşan bir inancın kendi içindeki en önemli belgeleme türünün bu örnekleri okuyucuyla buluşması amaçlanmıştır.


2. Bu Belgelere Nasıl Ulaşıldı?


Tüm icâzetnâmeler, sahipleri tarafından çevirisi yapılması ve makale olarak yayınlanması talebiyle tarafımıza ulaştırılmıştır.

Burada yayınladığımız ilk icâzetnâme, Mustafa İyidoğan Dede tarafından 01.12.2010 tarihinde dijital ortamda tarafımıza gönderilmiş olup (KK-1), belgenin aslı Sivas’ın Hafik kazasına bağlı Sinekli Köyü’nden Seyyid Ali Sultan evlatlarından Seyyid halife oğlu Seyyid Velîyeddin’e milâdî 8 Haziran 1819 tarihinde verilmiştir.

İkinci icâzetnâme Emre Şengül tarafından 12.12.2016 yılında aynı maksatla tarafımıza verilmiştir. (KK-2) Bu belge bugün Çankırı Şabanözü’ne bağlı olan Kutluşar Sarısu, Bulgurcu, Kösrelik köyleri halkının talebi üzerine, Şeyh Mehmed Saadeddin evlatlarından Arap Ali-zâde Âşık Hasan ve İsmail Efendilere, Abdülvahid Dede tarafından verilen icâzetnâmedir. Emre Şengül köyün tarihçesi hakkında şunları belirtmiştir: “Köyümüz Çankırı Şabanözü’ne bağlı olan Kutluşar Köyü Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü kaynaklarına göre 1530-1550 tarihleri iskân edilmiştir. Büyük dedelerimizden Arap Ali tarafından kurulduğu söylenmektedir. Bize aktarılan sözlü bilgilere göre önce Mart Köyü’nün bulunduğu bölgeye yerleşildiği daha sonra bugünkü Kutluşar Köyü’nün bulunduğu yere gelindiği söylenmektedir. Buna ek olarak, bugün incelediğimizde Mart Köyü’nde kalan Alevî nüfusunu Kutluşar Köyü insanlarının bağlı olduğu Dede hanelerinin oluşturmakta olduğu görülür. Bunun yanında Kutluşar Köyü’nün civarda sürekli ilişkide olduğu köylerden bazıları ise Sarısu, Bulgurcu ve Mart Köyü’dür. Ayrıca Kutluşar Köyü Alevîleri silsile olarak Hacı Murad Velî Ocağı’na, oradan Hacı Ali Turabi Ocağı’na ve silsileyi müteakip SeyyidKalender Velî Ocağı’na bağlanır, böylece silsile Hacı Bektaşı Velî Hazretlerine ulaşır.” Üçüncü, dördüncü ve beşinci icâzetnâmeler, Sarı İsmail Ocağı’ndan olduklarını belirten Nazmi Erdem tarafından 22.01.2017 tarihinde tarafımıza ulaştırılmıştır. (KKI-3) Nazmi Erdem konu ile ilgili olarak şunları belirtmiştir: “Sarı İsmail Ocağı evlatlarından oldukları bilinen Seyyid Kasım Çelebi’nin mezarı Ordu Mesudiye Türkköyü’nde bulunmaktadır. İcâzetnâmede bahsi geçen köy ismi olan Sıcağlu daha sonra Türkköyü’nün mahallesi olmuş, şimdi ise büyük şehir kanunuyla Türkköyü Mahalle adı, Sıcağlu da sokak adı olmuştur.”

3. Alevîlik-Bektaşîlik Tarihine Kısa Bir Bakış

Anadolu coğrafyasında, 13. yüzyıldan itibaren Alevîlik ve Bektaşîlik inanç sitemini üç ana başlık altında toplamak mümkündür.

Birinci gruptakiler; Hacı Kureyş, Baba Mansur, Ağuiçen, Derviş Cemal gibi ocaklardır. Son yıllarda yapılan çalışmalar, Alevî inanç sisteminin temelini oluşturan bu yapıların birbirleriyle olan ilişkilerinde hiyerarşik bir düzen içerisinde teşkilatlandıklarını göstermektedir. Bu araştırmalarda ocaklar; “Mürşid Ocağı”, “Pir Ocağı”, “Rehber Ocağı”, “Dikme Ocaklar” vb. hiyerarşik bir sıralama çerçevesinde tasnif edilmiştir. (Akın, 2014: 16) Bu ocak mensuplarının soylarının, On İki İmamlar vasıtasıyla Peygamber’e ulaştığına inanılır. Şecerelerde bunları içeren bilgiler bulunmaktadır. Ayrıntılarını yeteri kadar bilmememize rağmen ocakların Hacı Bektaş Velî’den önce de mevcut oldukları bilinmektedir. Yakın zamanda bulunup yayınlanan Ağuiçen Ocağı’nın Diyarbakır koluna ait h. 544/Zilkade (m. 1150/ Mart) tarihli şeceresi (Akın, 2014: 19) buna güzel bir örnektir.

Pek çok yazılı kaynak gün yüzüne çıkmış olmasına karşın Ocaklar sisteminin işleyişinin ayrıntıları ile ilgili henüz çok fazla bilgiye sahip değiliz. Bu konularla ilgili bilgiler genellikle sözlü geleneğe dayalıdır.

İkinci grup içerisinde ise Erdebil Tekkesi’ne bağlı olanlar sayılabilir. Kurucusu Safiyüddin Erdebili’dir. 1334 yılında ölünce oğlu Sadrettin Musa 1334-1392 yılları arasında posta oturmuş ve taraftarları binleri bulmuştur (Şakir, 1952: 81) Bilindiği gibi, Yıldırım Bayezid, Timur ile 1402 yılında yaptığı savaşta yenilgiye uğramıştı. Timur savaşta esir düşenleri geri dönerken beraberinde götürmüş, Erdebil Tekkesi’nin o dönemdeki şeyhi Hoca Ali’ye hediye etmişti. Bu Türkmenler, Hacı Bektaş ilkelerini Erdebil’e ilk taşıyanlar olup, muhtemelen onların inançlarında şekil değişikliğine de sebep olmuşlardı. (Kaygusuz, 2005: 241) Esir Türkmenlerin sayısı tartışmalı bir konu olmakla beraber, önemli bir kısmı tekrar Anadolu’ya dönmüş, Erdebil Tekkesi’ne ve özgürlüklerine kavuşmalarının minnet duygusu içinde tekke şeyhine gönülden bağlılıkları devam etmiştir (Ekinci, 1997: 55).

Hoca Ali’den sonra Şeyh Cüneyt döneminde ise, Alevîlik Anadolu’da hızla yayılmaya devam etti. Safeviler Cüneyt’ten itibaren siyasi çalışmalara başladılar. Cüneyt’ten sonra onun yerine oğlu Şah Haydar 1460-1488 yılları arasında posta oturdu. Müritlerine On İki İmam’ı ifade eden 12 dilimli kızıl taç giydirdi, sarık sardırdı. Bu on iki terkli taçtan dolayı Erdebil Tekkesi müritlerine “Kızılbaş” denilmiştir. Şah Haydar’ın, müritlerine giydirdiği başlığın renginin “Kızıl” olmasının birtakım sebepleri vardır. Anadolu’da Türk göçebeler de XIII. ve XIV. yüzyıllarda kızılbörk giyerlerdi. (Ekinci, 1997:84) Bu nedenle tarikatın mensuplarına “Kızılbaş” veya “Haydarî” denildi. Kızılbaş ismi önceleri ayırt edici bir ifade olarak kullanılırken daha sonraları aşağılama amacıyla kullanılmıştır. Şah Haydar, babasının intikamını almak üzere, Şirvan Hükümdarı Ferruh Yesar’ın üstüne yürüdü; fakat 1488 yılında savaş meydanında öldü.

Şah Haydar’ın en önemli müritlerinden birisi olan Antalya yakınındaki Teke ilinde oturan Hasan Halife, Erdebil Dergâhı’na pek çok insanın bağlanmasına sebep olmuştu. Onun oğlu olan Şahkulu 1510 yılında önemli bir ayaklanmayı gerçekleştirmişti. Bu isyanda Osmanlı’nın devşirmelere önem verip Türkmenleri ihmal etmesinin ve onları önemli görevlere getirmemesinin büyük payı vardır. Ayrıca tımar dağıtımında adaletsizlikler bulunmaktaydı. Türklerin ellerindeki tımarlar saraya yakın kimselere verilmekte, halktan aşırı vergiler alınmaktaydı. İsyanların olmasında bu dengesizliklerin önemli payı olduğu bilinmektedir.

Bu adaletsizlikler Türkmenlerin, Osmanlı’ya güvenmemesine ve dolayısıyla Erdebil Ocağı’na yönelmelerine neden olmuştur. Daha sonra İran coğrafyasındaki Alevîler ve Anadolu Alevîleri pir olarak Şah Haydar’ın diğer oğlu Şah İsmail’i önder olarak kabul ettiler. Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail arasında meydana gelen savaşta Şah İsmail yenilmiştir. Çaldıran savaşından sonra Kızılbaş topluluklara Osmanlı Devleti nazarında önyargılı bakışların oluştuğu ve yüzyıllarca bunun devam ettiği bilinen bir gerçektir. O zamana kadar padişahın yakın koruma ordusu Yeniçeri Ocağı’nın resmi tarikatı Bektaşîliğin daha sonraları heterodoks sayılmaya başlanmasıyla Yeniçeriler ve dini inançları ulemanın hedefi haline gelmiştir. Buna paralel olarak Yeniçerilerin devşirme yoluyla askere alınma sistemi Sultan III. Murat’ın oğlu için yaptığı sünnet düğününden sonra değiştirilmiştir. (Koçu, 1960:
158) On altıncı yüzyılın sonlarına gelindiğinde Yeniçeri Ocağı’nın 94. ortasında bulunması kanun olan Hacı Bektaş Vekili makamı İmam Ortası olarak değiştirilmiş her ortaya birer imam görevlendirilmiş, her Yeniçeri odasında Kur’ân okuma seansları başlamıştı. (Küçükyalçın, 2010: 62) Bu durum ulemanın lehine sonuçlanması anlamına gelmekteydi. Yapılan değişiklikler ve ulema sınıfın rekabetinden kaynaklanan Yeniçeriliğe ve Bektaşîliğe düşmanca yaklaşımlar Osmanlı Devleti’nin yıkılışını da hızlandırmıştır.

En önemli tarihsel kırılma noktalarından birisi de Sultan II. Mahmut’un Yeniçeri Ocağı’nı ve onunla bağlantılı olan Bektaşî Tekkeleri’ni 1826 yılında kapatması olayıdır. Bu süreçte binlerce Yeniçeri öldürülmüş, binlercesi ise takibe uğramaktan kurtulamamıştır. Bektaşî babalarının kimisi öldürülmüş, kimisi ise sürgüne gönderilmiştir. Bektaşî sözü 1839 tarihine kadar söylenemez olmuş, Abdülmecid’in tahta çıkmasıyla Bektaşîlik yavaş yavaş varlığını göstermeye başlamış 1850’de vefat eden Halil Revnaki Baba’nın himmeti ile evvelâ Merdivenköy Şahkulu Sultan Dergâhı uyandırılmış, sonra bütün tekkeler ve zaviyeler açılmıştır (Noyan, 1998: 175). Fakat bu durum, Bektaşî Tekkeleri’nin resmen açılmasından ziyade faaliyetlerine göz yumulması şekline olmuştur. Atatürk, 1925 yılında tüm tekkeleri kapatırken Milli Mücadeleye katkılarından dolayı Mevlevî ve Bektaşî Tekkelerini hariç tutmak istemiştir. Cumhuriyetin yeni kurulması ve ülkenin içinde bulunduğu şartlardan dolayı tamamını kapatmak zorunda kalmıştır. Atatürk’ün amacı ortamın yumuşamasını sağlamak ve on yıl sonra tekkeleri tekrar açmaktı. Tamamının kapatılma hadisesinde İsmet İnönü’nün “Paşam ya hep, ya hiç” sözü etkili olmuştu. Milli Mücadeleye Bektaşîliğin ve Mevleviliğin katkıları olmasına rağmen ayrım gözetilmeden onlar da kapatılmak zorunda kalmıştır (Öz, 2004: 174).

En önemli tarihsel kırılma noktalarından birisi de Sultan II. Mahmut’un Yeniçeri Ocağı’nı ve onunla bağlantılı olan Bektaşî Tekkeleri’ni 1826 yılında kapatması olayıdır. Bu süreçte binlerce Yeniçeri öldürülmüş, binlercesi ise takibe uğramaktan kurtulamamıştır. Bektaşî babalarının kimisi öldürülmüş, kimisi ise sürgüne gönderilmiştir. Bektaşî sözü 1839 tarihine kadar söylenemez olmuş, Abdülmecid’in tahta çıkmasıyla Bektaşîlik yavaş yavaş varlığını göstermeye başlamış 1850’de vefat eden Halil Revnaki Baba’nın himmeti ile evvelâ Merdivenköy Şahkulu Sultan Dergâhı uyandırılmış, sonra bütün tekkeler ve zaviyeler açılmıştır (Noyan, 1998: 175). Fakat bu durum, Bektaşî Tekkeleri’nin resmen açılmasından ziyade faaliyetlerine göz yumulması şekline olmuştur. Atatürk, 1925 yılında tüm tekkeler kapatırken Milli Mücadeleye katkılarından dolayı Mevlevî ve Bektaşî Tekkelerini
hariç tutmak istemiştir. Cumhuriyetin yeni kurulması ve ülkenin içinde bulunduğu şartlardan dolayı tamamını kapatmak zorunda kalmıştır. Atatürk’ün amacı ortamın yumuşamasını sağlamak ve on yıl sonra tekkeleri tekrar açmaktı. Tamamının kapatılma hadisesinde İsmet İnönü’nün “Paşam ya hep, ya hiç” sözü etkili olmuştu. Milli Mücadeleye Bektaşîliğin ve Mevleviliğin katkıları olmasına rağmen ayrım gözetilmeden onlar da kapatılmak zorunda kalmıştır (Öz, 2004: 174).

Üçüncü grupta ise Hacı Bektaş Tekkesi’ni saymak isabetli olacaktır. Hacı Bektaş Tekkesi’ninde hizmet verenleri de iki başlık altında toplamak mümkündür.

Birincisi Hacı Bektaş Velî’nin soyundan olduklarını iddia eden Çelebilerdir. Osmanlı Devleti, Çelebileri tevliyet ve meşihat konusunda kendisine muhatap olarak kabul etmiştir. Çelebilerin otoritesinin hukuki zemini esas itibariyle vakıf sisteminden ileri gelmektedir. Hacı Bektaş Tekkesi’nin de dâhil olduğu dergâhların hemen hemen tamamı birer evlatlık vakıf tarafından desteklemekteydi. Kırşehir bölgesini ilhak ettiklerinde orada çoktan kurulmuş olduğu anlaşılan Hacı Bektaş Dergâhı ve Vakfının hukuki statüsü Osmanlılarca kabul edilmiş ve vakfın mütevelliliği Hacı Bektaş evladı olarak kabul edilen Çelebilere verilmiş veya onların elinde kalmaya devam etmiştir. Şu halde Çelebilerin gücü dergâhın hukuki statüsünün yasal temsilcisi olmaları ve buna bağlı olarak mali gelirlerinin kontrolünün ellerinde bulundurmalarından kaynaklanmaktadır. Ancak buna ilaveten en azından devlet nezdinde ve tarikatın resmi belgelerinde “şeyh” unvanıyla en yüksek ruhani otoriteyi de ellerinde bulundurdukları açıktır. Çoğu zaman tarikatın seyr u sülûkuna girip manevi eğitim sürecinden geçmeyen Çelebilerin Bektaşîliğin en yüksek ruhani otoritesi olmaları karmaşık bir durum ortaya çıkarmaktadır. Dergâhta şeyhlik ve post-nişinlik arasındaki yetki paylaşımı, birbirlerine karşı konumları ve aralarındaki ilişkinin mahiyeti henüz yeterince bilinmemektedir. (Yıldırım: 2010: 41)

Dergâhtaki diğer grup ise Babagân denilen başında en yüksek ruhani makamın temsilcisi olarak Pir-evi post-nişini “dedebaba” bulunmaktadır ve klasik tasavvuf usullerinin esas alındığı bir kol vardır. Gerçek anlamda Bektaşî sözü bunlar için kullanılmıştır. Çelebilerin yazışma metinlerinde kendileri hakkında Bektaşî, sözünü kullanıyorlarsa da soylarının Hacı Bektaş Velî’ye çıktığını iddia etmeleri nedeniyledir. Hacı Bektaş Velî evladı oldukları inancı ile doğrudan Çelebi ailesine bağlanan Kızılbaş oymakları bulunmaktadır. Muhtemelen bu dönemde artık inanç karakteri bakımından tekke merkezli Bektaşî çevreleri ile Kızılbaşlar birbirlerine çok yakın idiler. Ancak erkân ve manevi otoritenin kaynağı bakımından çok önemli farklar vardı. En önemli fark şüphesiz Kızılbaşlıkta kan bağına yapılan vurgudur. Manevi bilgi ve olgunluğun babadan oğula irsen intikal ettiğini kabul eden Kızılbaş öğretisine göre mürşitlik makamını ihraz edebilmek için her şeyden önce soy şartı aranmaktadır. Kızılbaşlar, Hacı Bektaş’a bağlandıktan sonra da bu özelliklerini aynen muhafaza etmişlerdir. Aslında Çelebilerce temsil edilen Kızılbaş damarı ile dedebaba tarafından temsil edilen tarikat damarı arasındaki ilişkiye dair çok az şey bilinmektedir. Ancak şu kadarını söyleyebiliriz ki, Dergâh Nakişibendilere devredilene kadar bu iki damarın bir arada belli bir uyum içinde yaşadığını o dönemde yazılan icâzetnâmeler ortaya koymaktadır. (Yıldırım, 2010: 42-43).

4. Alevîlik ve Bektaşîlik ile İlgili Belgelerin Önemi

Bu inanç grubundan bahsedilince genellikle akla sözlü kültür gelmektedir. Fakat yazılı kaynakları hiç olmadığı anlamına da gelmemektedir. Şecereler, icâzetnâmeler, beratlar, vakfiye belgeleri, yol izinnameleri, divanlar, cönkler, buyruklar gibi belgeler, Alevîlik ve Bektaşîlik diye ifade edilen inanç yapılarının geçmişle bağlantılarının kurulmasında en önemli kanıtlardır. Bunlardan Alevî dedelerinin soylarının nereye dayandığını gösteren belgelere kısaca “şecere” denilmektedir (Birdoğan, 1995: 188).

Bu şecerelerin büyük kısmı gerçek olmakla beraber, art niyetli kişiler tarafından çeşitli maksatlarla yazılmış sahtelerinin de olduğu bilinmektedir. (Birdoğan, 1995:188). Alevi Bektaşi belgelerinin bir kısmında sonradan eklemeler ve yapıştırmalar ve hatta sahte mühürler görülür. Bu durum özellikle 17. yüzyılda sıkça görülen bir durum olmakla beraber aksi çıkana veya aslı çıkana kadar bunlardan yine de azami ölçüde yararlanmak gerekir. Zira 17. yüzyıl rüşvet, torpil ve adaletsizliğin başladığı ve menfaatlerin iyice ön plana çıktığı bir yüzyıldır. Daha sonraki dönemlerde de bu duruma sıkça rastlanmaktadır.(Yalçın, Yılmaz, 2017: 61)

Osmanlı’da Nakîbü’l-Eşrâflık teşkilatı, bunu engellemek için kurulmuştur. (Karakaya-Stump, 2006: 38). Osmanlı Devleti de bu geleneği titizlikle sürdürmüştür. Yıldırım Beyazıt döneminde bir “Nakîbü’l-Eşrâflık” kurumu ve buna bağlı illerde “Nakîbü’l-Eşrâflık Kaymakamlığı” oluşturulmuştur. Peygamberimizin soyundan gelenlerin soyağaçlarının doğru tutulması ve bu şecerelere sahip ailelere özel görevler verilmesi gibi kurumsal yenilikler getirilmiştir. Buna göre Osmanlı padişahlarına Eyüp Sultan’da padişahlık kılıcının kuşatılması “Nakîbü’l-Eşrâf ” tarafından yapılmış ve Sultan Mehmet Reşat’a kadar bu geleneğe titizlikle uyulmuştur. “Nakîbü’lEşrâflık” kayıtları İstanbul Müftülüğü arşivinde bulunmaktadır. (Yalçın, Yılmaz, 2017:6)

Bu şecerelerde hamdele ve salvele diye tabir edilen Allah’a hamd, Hazret-i Muhammed Mustafa’ya övgüler ile başlar. Pek çok ayet ve hadislere yer verildiği görülür. Bu bölümün ardından şecerenin kime verileceği açıkça zikredilir. Ayrıca Dinin kurallarının dışına çıkılmaması gerektiği, fakirlere yemek yedirmek gibi konuların dışında soy kütüğünün belirtildiği görülmektedir. Kimi şecerelerde şecerenin verildiği kişiye dini kurallara bağlı kalması ve bazı tarikat vecibelerini yerine getirmesi şartıyla verildiği vurgulanır. Metnin son kısmında ise belgenin verilişinde hazır bulunan kişi veya kişilerin isimleri, mühürleri ve tarih bulunmaktadır. Şecerelerin alt ya da yan kısımlarında sonradan eklenen bölümleri görmek mümkündür. Bu bölümlerde daha sonraki dönemlerde şecerenin yenilenmesi sırasında tasdikleri bulunan kişilerin isim ve mühürleri veya tarikat büyüklerinin hikâyeleri ve öğütleri bulunur.

Babagân olarak da bilinen Bektaşî babalarının icâzetnâmelerinin ise iki grupta incelenmesi gerekmektedir. Bunlardan ilki, Bektaşî Babası icâzetnâmeleridir ve soy bağı ile ilgili bilgi bulunmaz. Sadece hangi halifebaba veya dedebaba tarafından belge verilmişse onların ismi yazılı ve mühürlü olur. Halifebabaların veya dedebabaların icâzetnâmelerinde ise kimin kimden el aldığı Hazret-i Peygamber’e kadar nur zincirindeki kişilerin isimleri yazılı olur. (Noyan, 2010: 440-453).

Çünkü Bektaşîler peygamber neslinden olunmasına saygı gösterir, fakat bunu her şey için yeterli kabul etmezler. Kişisel tercih ile nasip alarak yola girmeyi esas kabul ederler. İkincisi ise babalığın bir üst makamı olan Halifebabaların hilâfetnâme dedikleri icâzetnâmeleridir. Bunlarda da metnin giriş kısmı, kullanılan ayetler yaklaşık aynıdır, fakat buna ek olarak Halifebabanın kimden el aldığını gösteren nur zincirinin Hazret-i Muhammed’e nasıl ulaştığını belirten bir liste bulunmaktadır. Her iki icâzetnâme çeşidinin sonunda tarih ve o Babalık veya Halifebabalık töreninde hazır bulunanlardan, Dedebaba başta olmak üzere kıdem sırasına göre diğer halifelerin isimleri ve mühürleri bulunmaktadır. Bu icâzetnâmeler, günümüzde de aynı temel özellikleri muhafaza etmektedir (Koca, 1999: 4-6)

5. İncelenen Beş İcâzetnâmede Bulunan Bazı Öğeler

Tüm icâzetnâmeler, öncelikle Lâtin harflerine çevrilmiş (Ek 1), daha sonra okuyucular tarafından anlaşılmasının kolay olması için günümüz Türkçesine (Ek 2) aktarılmıştır. İcâzetnâmelerin orijinal kopyaları ise Ek 3’te sunulmuştur.

İcâzetnâmelerin şekli ve içerikleri ve ana hatları aynı olmakla beraber muhatapları bakımından iki kısımda analiz etmek uygun olacaktır. İlk grup, tekkeler bünyesinde yaşayan ‘tarikata mensup’ dervişlere ‘babalık’ yahut ‘halifelik’ makamlarının verildiğini belgeleyen icâzetnâmelerden oluşmaktadır. İkinci grup ise Alevî dedelerine verilen icâzetnâmelerdir. Bu makalede ise esas olarak bu ikinci grup ele alınmıştır.

Makalemize konu olan icâzetnâmeleri de iki başlık altında toplamak mümkündür. Birincisi 1819 yılına ait ve ilk sırada başta Dedebaba, Halifebabaların, alt sırada ise Çelebilerin isimlerinin yazılı olduğu icâzetnâmedir. Diğerleri ise daha basit içerikte yetki belgesidir. Konuyla ilgili araştırmacıların vaktiyle yayınlanmış tespitleri ve bizim yaptığımız tespitler şu şekilde sıralanabilir:

1. Birinci icâzetnâmenin üzerindeki Osmanlı Sultanlarının imzası olan tuğrada “Hazret-i Hacı Bektaş Velî” yazmaktadır

2. Özellikle 1800 yıllarından sonra verilen icâzetnâme metinleri bu hususta oldukça nettir. Standart icâzetnâme metinlerinde hem Dedebabanın hem de Şeyh’in (Çelebi) adı geçmektedir. Ancak bu ikisi arasında da en azından icâzet verme noktasında mahiyeti muğlak olmakla beraber bir hiyerarşi olduğu açıkça görülmektedir

3. İcâzetnâmenin esas gövdesini oluşturan Arapça metinde icâzetnâmenin muhatabı ve konusu ifade edildikten sonra zamanın dedebabasının ismi dergâhın ‘post-nişîn’i’ ve ‘tekke-nişîn’i’ sıfatlarıyla kaydedilir. Ve hemen arkasından Çelebi ailesinin reisi ‘şeyhu’z-zamân’, ‘sâhibu’s-seccâde’,’kutbu’l-pîrân’, ‘mâlikü’l-ilmü’lyakîn ve mürşidü’l-hakke’l-yakîn’ ‘hâdimü’l-fukarâ ve’l-mesâkîn’ sıfatlarıyla yazılır.

Ondan sonra Çelebilerin Hacı Bektaş Velî’ye ve oradan da Hz. Peygamber’e kadar şeceresi kaydedilir. En sonunda tarih ve şahitlerin isimleri ve mühürleri yer alır. Bu şahitler bölümü de oldukça aydınlatıcı bilgiler içermektedir. Şahitler arasında metinde adı geçen zamanın şeyhinin (Çelebi) ismi bulunmaz. Ancak metin içinde adı geçen zamanın dedebabası ilk şahit olarak kaydedilir. Diğer şahitler olarak genellikle dergâhın türbedarı, ekmekçisi ve aşçısının isimleri yazılır ki bunların hepsi baba unvanı taşırlar. Bunlardan sonra varsa Çelebi ailelerinin üyelerinin isimleri ‘eddâi’ sıfatıyla ve Hacı Bektaş Velî evladından oldukları belirtilerek yazılır (Yıldırım, 2010: 40).

4. Alevî-Kızılbaş dedelerine verilen bazı icâzetnâmelerde yukarıda ana hatları çizilen klasik formun tamamen dışına çıkıldığı görülmektedir. “Hâdimü’l-Fukarâ es-Seyyid eş-Şeyh Celâleddin an-evlâd-ı Hacı Bektaş Velî, Efkâru’l-Verâ, Hâdimu’lFukarâ eş-Şeyh es-Seyyid Feyzullah Seccâde-nişîni Hacı Bektaşı Velî, Hâdimü’lFukarâ es-Seyyid eş-Şeyh Muhammed Hamdullah min-evlâdı Hacı Bektaş Velî Seccâde-nişîni Hacı Bektaş Velî es-Seyyid Muhammed Hamdullah” ibareleri bulunmakta fakat dedebabadan hiç bahsedilmemektedir.

5. Dedelere verilen daha basit içerikli icâzetnâmelerde besmele, Allah’a hamd, Peygambere salavat kısmı daha kısa olarak geçmektedir. Fakat birinci icâzetnâmede bulunan “yedine sofra ve çerâğ ve seng, tığ ve izn-i icâzet ve inâbet virildi ve halifelik verildi” ibareleri bulunmamaktadır. Onun yerine mürid yerine mürebbi (mürşid), rehber sözlerine yer verildiği görülmektedir.

6. Mürşid ve rehber tayin edilenlere gittikleri yerlerde itaat edilmesi onlara yardımcı olunması gerektiği belirtilmektedir. Onlara gösterilen hürmetin icâzeti veren bir üst makama itaat ile aynı olacağı konusuna vurgu yapılmaktadır.

7. Nazmi Erdem tarafından gelen icâzetnâmelerde seyyidlik ve soy vurgusu görülmektedir. “Sarı İsmâil sülalelerinden Sıcağlu karyesinde vâki’ Muhammed Dede evlâdlarından es-Seyyid Kâsım” gibi ibarelerle soy bağının önemi dolaylı şekilde ifade edilmektedir.

8. Emre Şengül’den gelen icâzetnâmede yetki belgesi anlamına gelen “Ehilnâme” tabiri kullanılmaktadır. Ayrıca “Şeyh Mehmed Saadeddin evlatlarındanArap Ali-zâde Âşık Hasan ve İsmail Efendiler karyelerinizden gelen intihâb üzerine ve evvelce asıllarında Babalık olduğu mezkûr intihabnâmeden anlaşıldığı üzere” cümlesinde “Seyyid” kelimesi olmamasına rağmen soya dayalı bir mürşidlik sistemi olduğu gözlenmektedir. Bunun yerine “Asıllarından babalık olduğu” ibaresi de ayrıca düşündürücüdür. Çünkü Alevîlikte “Baba” yerine “dede, seyyid, pir, mürşîd, rehber, mürebbî” ibareleri kullanılmaktadır. Dedebabalığa da bağlı olmadıkları kullanılan üsluptan anlaşıldığına göre nasıl bir statüye konulması gerektiği ayrıca daha ayrıntılı araştırmaya değer bir konudur.

6. Sonuç

19. yüzyıl başlarına gelindiğinde ‘Bektaşî’ dünyasında iki ana damar iyice belirginleşmiştir. Birinci damar tarikat anlamında Bektaşîliği temsil etmekte olan tekke merkezli gruplardır. Bunlar esas olarak tekkelerde yaşayan ve Bektaşî usulüne göre seyr ü sülûk gerçekleştiren dervişlerden oluşmaktadır. Ancak tekkelerin yakın çevrelerinde özellikle vakıfları içinde yaşayan ve tekkelerin maddi ve manevi etki alanı altında kalan köylüler de bu gruba dâhil edilebilir (Yıldırım: 2010/55:42).

Bu çalışmaya konu olan belgeler incelendiğinde Allah’a, Kuran-ı Kerim’e, peygambere ve hadislere nasıl bakıldığı, irşadın önemi, insan ilişkileri, dönemin değer yargıları, mürşid talip ilişkileri hakkında pek çok bilgiye rastlanmaktadır. Ayrıca, Çelebilerin toplumu yönlendirecek olan dedelerin tayini konusundaki organizasyonları hakkında da fikir vermektedir. Birinci icâzetnâmeden anlaşılacağı üzere Hacı Bektaş Dergâhı’nda Dedebabalık sistemi de olduğundan dedelere verilen icâzetnâmelerin onlar tarafından da tanındığını ve imzalarının bulunduğunu görmekteyiz. Burada yer vermediğimiz Bektaşî babalarına ait icâzetnâmelerde ise sadece Dedebaba ve Halifebabaların imzaları bulunmaktadır. Bu da Bektaşîler ile Çelebiler ve Ocaklıların belgelerini ayırt etmede önemli bir özellik olarak görünmektedir. İkinci icâzetnâme Abdülvâhid Dede tarafından mühürlenmiştir ve Çelebilerin adı geçmemektedir. Diğer üç icâzetnâmede ise Çelebilerin imzaladığı ve yetki verdiği anlaşılmaktadır.

Bu tür belgelerin dönemin değer yargılarına, günümüz Alevîlik ve Bektaşîliğinin İslamiyeti nasıl algıladığı konusuna ışık tutacaktır.

Kaynaklar:

Sözlü Kaynaklar

KK-1 Mustafa İyidoğan, Sivas 1942, Sanat Okulu, Elektrik Teknisyeni (01.12.2010)
KK-2 Emre Şengül, Ankara 1988, Üniversite, makine Mühendisi, (12.12.2016)
KK-3 Nazmi Erdem, Ordu 1964, İşletme Bölümü, Mali Müşavir, (22.01.2017)

Yazılı Kaynaklar

Akın, Bülent. (2014): “Alevî Ocakları ile ilgili Tespit Edilebilen En Eski Tarihli Belge: Ağuiçen Ocağı Şeceresi”. Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Velî Araştırma Dergisi 70, 15-38.
Birdoğan, Nejat. (1992). Anadolu ve Balkanlar’da Alevî Yerleşmesi Ocaklar-Dedeler Soyağaçlar. İstanbul: Mozaik Yayınları.
Ekinci, Mustafa. (1997): Erdebil Tekkesi’nin Kuruluşu, Gelişmesi ve Anadolu’daki Dînî ve Siyasi Faaliyetleri, Doktora Tezi, Şanlıurfa 1997
Karakaya-Stump, Ayfer. (2006). “Sinemilliler Bir Alevî Ocağı ve Aşireti”. Kırkbudak 6, 19-59.
Kaygusuz, İsmail. (2005). İslâm İmparatorlukları Tarihinde İktidar Mücadeleleri ve Alevîliğin Doğuşu. İstanbul: Su Yayınevi.
Koca, Şevki. (1999). Es-Seyyid Halife Turgut Koca Baba Divanı. İstanbul: Nazenin Yayıncılık Ltd. Şti.
Koçu, Reşat Ekrem. (1960). Osmanlı Padişahları. İstanbul: Nebioğlu Yayınevi.
Küçükyalçın, Erdal. (2010). Turna’nın Kalbi, Yeniçeri Yoldaşlığı ve Bektaşîlik. İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınları.
Noyan, Bedri. (2005). Alevîlik Bektaşîlik Nedir? Ankara: Ardıç Yayınları, Cilt 6.
Noyan, Bedri. (1998). Alevîlik Bektaşîlik Nedir? Ankara: Ardıç Yayınları.Cilt 1.
Noyan, Bedri. (2010). Bütün Yönleriyle Alevîlik Bektaşîlik Nedir? Ankara: Ardıç Yayınları, Cilt 8.
Öz, Baki. (2004). Çağdaşlaşma Açısından Tarikat Ve Tekkelerin Kapatılma Olayı. İstanbul: Can Yayınları.
Şakir, Ziya. (1952). Mezhepler Tarihi ve Şah İsmail. İstanbul: Maarif Kitaphanesi Matbaası
Yalçın, Alemdar; Yılmaz, Hacı. (2017). Bir Oymağın Kültürel Kodları: Koreşanlılar. Ankara: Gece Yayınları.
Yıldırım, Rıza. (2010). “Bektaşî Kime Derler? Bektaşî Kavramının Kapsamı ve Sınırları Üzerine Tarihsel Bir Analiz Denemesi”. Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Velî Araştırma Dergisi 55, 23-58.

EKLER İÇİN BURAYA TIKLAYINIZ -->