BEKTAŞİLİK ALEYHİNE SÖYLENENLERE AHMET RIFKI’NIN CEVAPLARI

Yeniçeri Ocağı ve Bektaşi Tekkelerinin 1826 yılında kapatılmasından sonra, dergâhlardaki sosyal, kültürel yaşam ile ilgili kayıtlar da büyük ölçüde kaybolmuştur. Bektaşilik aleyhine pek çok kitap yazılmış, buna tepki olarak Bektaşiler de cevap amaçlı kitaplar yazmışlardır. Bu kitaplardan birisi de Ahmet Rıfkı’nın Bektaşi Sırrı adındaki eseridir.

Eserde Bektaşiliğin diğer tarikatlarla olan ilişkileri, ulemanın mutasavvıflara karşı tavrı, Çelebiler, Bektaşi Babaları ile Nakşî şeyhlerinin ilişkileri, Yeniçeri Ocağı’nın ve Bektaşî tekkelerinin haksız yere kapatılması, babaların lâyık olmadığı cezalara çarptırılması meseleleri, Kalender Çelebi ayaklanması, Hurufiliğin etkisi, mücerretliğe farklı bakış açıları gibi konular işlenmiştir. Ayrıca Cemalettin Çelebi’nin yazdığı Müdafaa adındaki eserde, Bektaşi Babaları aleyhinde söylediklerine Ahmet Rıfkı’nın verdiği cevaplar, Bektaşilik inancı ve tarihine dair pek çok karanlık noktaya ışık tutacak niteliktedir.

Anahtar Kelimeler: Bektaşi Babası, Çelebiler, Hurufilik, Hacı Bektaş Tekkesi, Ahmet Rıfkı


1. Ahmed Rıfkı’nın Kısa Özgeçmişi


Ahmet Rıfkı’nın şu ana kadar elimize geçen en detaylı özgeçmişi torunu Evin Doğu aracılığıyla tarafımıza ulaştırılmıştır. Kendisi tarafından yazıldığı üzere kısa özgeçmişi şu şekildedir: “Türk düşün, siyasi ve yayın dünyasında Baba Rıfkı veya Sakallı Rıfkı adıyla da bilinen Ahmet Rıfkı’nın bilinmezliklerle dolu hayatı 1884 yılında Aksaray’da başladı denilse de kimi kaynaklar 1885 kimileri 1882 yılını yazar. Tek çocuğu Tabende Doğu’nun babasından kalan belgeleri değerlendirmesi için verdiği araştırmacı yazar Hilmi Yücebaş, 1976 yılında yayınladığı Hiciv ve Mizah Antolojisi’nde Ahmet Rıfkı’nın babası olarak Kesedar Ahmet Rıfat adını verir. Ahmet Rıfat Bey defterdarlık yapmış varlıklı bir kişidir. Kızı Tabende Doğu’nun verdiği bilgiye göre de Ahmet Rıfkı’nın annesi İrfan Hanım Kafkasya’dan gelen bir dervişin kızıdır. Ağabeyi İzzettin Bey ve ablası Azize Hanım ile üç çocuklu ailenin en küçüğüdür. Ahmet Rıfat Bey küçük oğlu Ahmet Rıfkı’ya önce evde eğitim verdirir. Saint Benoit’dan sonra Hukuk ve Tıbbiye’ye devam etmişse de eğitimini siyasi olaylar nedeniyle tamamlayamamıştır. Arapça, Farsça, Fransızca ve Latince’yi çok iyi derecede bilen Ahmet Rıfkı 1908-1912 yıllarında basında çalışmış, özellikle Karagöz, Geveze, Eşek, Malum, Eşref, Züğürt, Zeka, Falaka gibi mizah ergilerinde aktif olarak görev almıştır. Hürriyet ve İtilaf Fırkası üyesi Ahmet Rıfkı, Tıbbiye-i Şahane›nin son sınıfında iken üzerinde Abdülhamit aleyhtarı bir yazı bulunması nedeniyle 1913-1920 yıllarında Anadolu›ya sürgün olarak gönderilmiştir. 1913 yılında Mahmut Şevket Paşa›nın öldürülmesinden sonra muhalifler üzerindeki baskı epeyce artmış, bir kısmı Sinop’a sürülmüştür. Ahmet Rıfkı’nın Sinop’a sürülenler arasında olduğuna dair kesin bir bilgimiz bulunmamaktadır. Ancak yazılarında yedi yıl kadar süren bir suskunluk vardır ve o zor yılları “Kendi Ölümüme Tarih”te şu dörtlükle dile getirmiştir:

Fakat eyvah, siyaset denilen âfet-i cân
Uğruna servet ü aramımı mahvettim pek
Yaşadım hayli zaman zulm ile zindanlarda
Nefy olundum yedi yıl kalmadı menfâ ve kürek

Ancak hangi şehir veya şehirlerde olduğunu bilmiyoruz. Hapisten II. Meşrutiyet’in ilanı ile kurtulur. İttihad ve Terakki aleyhtarlığı çizgisinde ilerleyen siyasi hayatında iki sosyalist fırkanın, Osmanlı Demokrat Fırkası ile Osmanlı Sosyalist Fırkası’nın üyeleri arasında yer almıştır. Siyasi yazıları İştirak, İnsaniyet gibi dergilerde yer almış ve özellikle dünyadaki sosyalist kişileri konu edinmiştir. 1942 yılında yayınlanan Yeni Yol Dergisi’nin kapağında Ahmet Rıfkı’yı “Halkçı-Devrimci Türk Şairi Baba Rıfkı” olarak tanıtan başlık onun Hürriyet ve İtilafçı yanına ağırlık verildiğini gösterir. Ahmet Rıfkı tarikat ehli kimliğine denk düşen bir örgütlenme içinde de bulunmuştur. Tarikat-ı Salahiye Cemiyeti 1920 yılında İstanbul’da kurulmuştu. Kiraz Hamdi Paşa tarafından kurulan cemiyetin amacı İslam dünyasını kuşatan ve gözeten bir politika gütmektir. Gazeteci Ali Kemal’in 1922 yılında linç edilerek öldürülmesi üzerine başlayan olaylar sırasında Ahmet Rıfkı’nın yanında yazar gazeteci Münir Süleyman Çapanoğlu vardır. Muhaliflere yönelik linç girişimlerinden ürken Ahmet Rıfkı pek çok muhalif gibi İngiliz sefaretinden yardım ister ve önce Taşkışla’ya, ardından bir gemi ile Mısır’a gider. Kahire’de 1,5 yıl kalan ve ticaretle hayatını kazanan Ahmet Rıfkı buradan Batı Trakya’ya, İskeçe’ye gider. 1927 yılında İskeçeli Ayşe Hanım ile evlenir. Bu evlilikten bir yıl sonra tek çocuğu olan kızı Tabende doğar. Ahmet Rıfkı sevincini bir kıtayla dillendirir:

Kırk beşimden sonra bir kızım oldu
Şevk u meserretler uyandı bende
Ay doğdu semadan tarih söyledi
Doğdu muharremde Fatma Tabende

Kıtanın altındaki tarih 3 Haziran 1929 saat 05.00’tir. İskeçe’de hayatını ilkokul öğretmenliği yaparak kazanan Ahmet Rıfkı siyasetten yine uzak durmamış, muhalif kimliği ile pek çok kişiyi karşısına almıştır. Ahmet Rıfkı 15 Ağustos 1935 yılında 52 yaşında aniden hastalanarak hayata veda eder. Eşi Ayşe Hanım’ın kızı Tabende’ye anlattığına göre de ölümünü bir yıl önceden “Ayşe, 15 Ağustosta doğdum 15 Ağustosta öleceğim” diyerek bildirmiştir. “Kendi Ölümüme Tarih” isimli şiirinin sonuna eklediği notta şöyle yazar: “1934 yılının başlarında bir gün ‘Rıfkı azmetti beka semtine canan diyerek’ mısraı içime doğdu. Hesap ettim 1935 çıktı.” Dediği olur ve 1935 yılında vefat eder. Onun ölümünden sonra kızıyla eşi beş yıl daha İskeçe’de yaşarlar. 1940 yılında Türkiye’ye gelirler. Ayşe Hanım’ın evi ve tüm eşyaları İskeçe’de kalmıştır. Ayşe Hanım, kızını yatılı okula yerleştirip geri dönüp evi satmayı planlamaktadır. Ancak Yunan-İtalyan savaşının çıkması bu planını geçersiz kılar. Ayşe Hanım, Türkiye’ye gelirken muhalif olarak tanınan eşine ait pek çok kitabı, belgeyi vb. imha etmiştir. Türkiye’ye gelince Ahmet Rıfkı’nın ailesi ile de irtibata geçmek isterler. Ablası Azize Hanım’ın oğlu Rafet Canıtez’dir. Canıtez ailesi Ayşe Hanım ve kızına “Biz Rıfkı’nın adını sildik” derler. Tabende Doğu da elinde kalan az sayıdaki kitap ve yazıyı da Hilmi Yücebaş’a vermiş, ancak onun ölümünden sonra oğlu hiçbir belgeyi geri vermeyeceğini söyleyince Ahmet Rıfkı’ya ilişkin olmadık hayat öyküleri de maalesef kendi kitaplarında yer almıştır. Oysa Hüsrev Hatemi, Türkiye’den Çizgiler (1990) adlı eserinde, Hilmi Yücebaş ise, Hiciv ve Mizah Edebiyatı Antolojisi (1976) adlı eserinde dedemiz Ahmet Rıfkı’nın hayatını gerçeğe en yakın şekliyle anlatmışlardı. En son Dr. Hayriye Topçuoğlu Ahmet Rıfkı’nın Hayatı ve Eserlerini (2001) konu almıştır. Tez yazımı sırasında kızı Tabende Doğu ile ayrıntılı görüşmelerde bulunmuş ve tezinin bir kopyasını da bize ulaştırmıştır. Aynı konuyu Sayın Topçuoğlu internette sitesinde de yayınlamıştır. Ahmet Rıfkı’nın eserlerini pek çoğumuz biliyoruz. Dergilerde yayınlanan yazılarının dışında kitap olarak yayınlanan eserleri ise Hizmetçi Belâsı (1911), Nakus-i Âdem (1911), Bektaşi Sırrı (1909, 1910, 1911) ve Bektaşi Nefesleri (1913)’dir. Bu eserlerden belki de en önemlisi olan Bektaşi Sırrı adlı eser farklı yayınevleri tarafından yayınlanmıştır. Ancak üzülerek görülmüştür ki Ahmet Rıfkı’nın hayatı bir dolu yanlışlıkla yayınlanmış. Örneğin Ahmet Rıfkı’nın oğlu diye yazılan Ragıp Rıfkı Özgürel’in ailesi ile irtibata geçildiğinde hiç böyle bir şey duymadıklarını ve ilgilerinin olmadığını söylemişlerdir. Ahmet Rıfkı’nın tek çocuğu kızı Tabende Doğu 2008 yılının Şubat ayında vefat etmiş ve geriye Füsun, Esin, Evin ve Figen adlı dört kız kardeş bir diğer deyişle dört torunu kalmıştır. Ahmet Rıfkı kısacık hayatını dolu dolu ama bir o kadar da muammalar içinde geçirmiştir ki, kısıtlı kaynaklarla ancak geriye bu bilgiler kalmıştır. Özetle, hayatı çok zorluklarla geçen, bir mezar taşı dahi olmayan Ahmet Rıfkı, iflah olmaz bir romantik, muhalif bir yazar olarak kısacık ömrüne şiirler, düz yazılar ve incelemeler sığdırmıştır.” (KK: Doğu, 2018).

2. Bektaşi Sırrı Adındaki Eserin İçeriği

Osmanlı tarihinin ilk dönemlerinde, Bektaşîliğe yönetim tarafından öncelikli olarak değer verilmekteyken, 16. yüzyıldan sonra tedrici bir şekilde önyargılı, hatta düşmanca bir tutum takındıkları da herkesçe bilinmektedir. Yeniçeri Ocağı’nın 1826 yılında ortadan kaldırılmasından çok kısa bir süre sonra tüm Bektaşî tekkeleri kapatılır. Kapatılan bu tekkelerin malları da yeni kurulacak olan orduya harcanacağı ileri sürülerek, para edenler haraç mezat satılır. Bu kargaşada yazılı eserlerin ne kadarının tahrip edildiği ise kesin olarak bilinmemektedir. Muhtelif nedenlerle Bektaşilik aleyhine eserler yazılmış, Bektaşiler tarafından da bunlara cevap niteliğinde eserler yazılmıştır.

Bektaşilik aleyhinde Harputlu İshak Hoca tarafından kaleme alınan “Kâşifü’l-Esrâr fî Defiü’l-Eşrâr” adındaki esere ve Hacı Bektaş Veli soyundan geldiklerini iddia eden Cemaleddin Çelebi’nin yazdığı Müddafaa adındaki esere, Ahmet Rıfkı 1325, 1327 ve 1328 (m. 1911-1913) yıllarında cevap içerikli Bektaşi Sırrı adında üç cilt eser yazmıştır. Bu eserlerin birinci cildinde, Bektaşîlik ve diğer tarikatlarla ilgili değerlendirmeler yapılmış, ayrıca istibdad döneminde ilmî ve fikrî hayatın karıştığı, zâhir ulemasının mutasavvıflara karşı tavır aldığı, Abdülhamit’in de gereksiz endişelerle tarikatlara ve tekkelere şüpheci yaklaşmakta olduğu belirtilmiştir. İkinci ciltte, Bektaşîliğin tarihi, Çelebilerin, Hacı Bektaş Veli’nin bel evladı olmadığı, post-nişînlik görevine gelenlerin biyografileri ve Nakşî şeyhleriyle olan ilişkileri gibi konulara ayrıntılı bir şekilde yer verilmiştir. Ayrıca Yeniçeri Ocağı’nın kapatılmasının açtığı sorunlar, Bektaşî tekkelerinin haksız yere kapatılması, babaların lâyık olmadığı cezalara çarptırılması meseleleri irdelenmekte, Kalender Çelebi, Hurûfîlik, mücerredlik konuları işlenmekte ve Hoca İshak Efendi’nin Bektaşîlik aleyhine yazdıklarına cevap verilmektedir. Üçüncü cilt, Ahmed Çelebi tarafından yazılan Müdafaa adlı eserdir. Kullanılan üslûp ve ifadelerin ileri derecede bir Sünnî eğitim gerektirdiği gözden kaçmamaktadır (Varol, 2013:66). Bu ise akıllara, kitabın bu konuma sahip olan Ahmed Çelebi’nin avukatı tarafından yazılmış veya etkilemiş olabileceği izlenimini vermektedir.

Eserde, Hacı Bektaş Velî soyundan olduklarını ileri süren Çelebilerin özellikle vakıfların gelirlerinin kendilerine ait olduğu Mürselli ve Hüdâdâdlı denilen Çelebi aileleri arasındaki çekişmelerinin sonucunda mahkemenin verdiği kararların açıklanması gibi konular bulunmaktadır. Bunların dışında Ahmed Rıfkı’nın iddialarına cevaplar ve Babagân diye bilinen Bektaşî babalarına yaptıkları eleştirilere yer verilmiştir. Dördüncü ciltte ise Ahmed Rıfkı, Hoca İshak Efendi’nin iddialarına cevapların yanı sıra Hacı Bektaş Veli’nin evli olup olmadığı ve mücerredlik konuları işlenmiştir.

Ahmed Rıfkı, Bektaşi Sırrı adlı eserinde, iki kişi ve iki esere esas olarak cevap vermektedir. Bunlardan birisi Harputlu İshak Hoca’nın yazdığı Kâşifü’l Esrâr ve Dâfiü’l-Eşrâr, diğeri ise Ahmed Cemaleddin Efendinin Müdafaa adlı eserlerdir.

3. Ahmed Rıfkı’nın, Kâşifü’l-Esrâr ve Dâfi’ü’l-Eşrâr Adlı Esere Verdiği Cevaplar

Ahmed Rıfkı, Bektaşilik aleyhinde söylenenlere özetle şu şekilde yanıt vermektedir: Harputlu İshak Hoca’nın yazdığı eserde eleştirilerini Bektaşîlikten ziyade Bektaşîlikle hiçbir ilgisi olmayan Hurûfîliğe, Hurûfî olanların eserlerine, özellikle Câvîdân ve benzeri kitaplara yöneltmiştir. Gerek tarihî gerek tasavvufî araştırmalar Bektaşîlik ile Hurûfîliğin birbirinden ayrı birer meslek olduğunu göstermektedir. Fazullah Hurûfî, Kur’ân-ı Kerîm’in anlamını kendi anlayışına göre akla fikre gelmeyecek yorumlar yapmaktır. Bu düşünceleri savunan müritleri de kalmamıştır, Bektaşîlik ise diğer Turuk-ı Âliyye gibi, Tanrı’ya ulaşmaya çalışana hizmet eden bir tasavvuf yoludur. Bektaşîler erkânlarını, irfanlarını Peygamberin mukaddes irfan kaynağından ve Tanrı’nın sığınılacak yüceliğinden almıştır. Erkânı ve âdâbı incelenirse tespitimizin doğruluğu ortaya çıkacaktır. Bu nedenle Bektaşîlik âdâb ve erkânının, Hurûfîlikle hiçbir bağı yoktur (Rıfkı, 1325:11).

Her mesleğin âdâb ve erkânı, inancının esasları, o inançta olan kişilerin yazdıkları eserler okunarak öğrenilir. Bektaşîliğin inanç esaslarının da yine Bektaşîlerin yazdığı eserlerden öğrenilmesi gerekir. Bugün Bektaşî tarîkatinden olanların en çok değer vererek okudukları eser, hicrî sekizinci asırda yazıldığı tahmin edilen Hazret-i Hünkâr Hacı Bektaş Velî’nin menkıbelerinden, kerametlerini konu alan Velâyet-nâme adındaki eserdir. Bunun dışında bütün tasavvuf ehlînin Kaygusuz Abdal’ın Abdal-nâme, Hazret-i Şâh-ı Velâyet Efendimizin sözlerini içeren Hutbetü’l-Beyân, Seyyid Nesîmî Hazretlerinin Nesimi Dîvânı, Hacı Bektaş Velî Hazretlerinin hoş sözlerini içeren Küçük Velâyet-nâme, yakın zamanlarda vefat eden Saatçi Ali Dedebaba Risâlesi ve Turâbî Ali Dedebaba Dîvânı gibi eserler okunduktan sonra Bektaşîliğin iç yüzü hakkında bir parça bilgi edinmek mümkündür. Bu eserlerin her biri İslâmın hikmeti, Peygamberin sırları demek olan vahdet-i vücut mesleğinin birer dalı ve açıklayıcısıdır. Bu eserler incelenirse, Bektaşîliğin diğer tasavvuf ehlînin izlediği yoldan başka bir şey olmadığı görülecektir. Zaten taassuba göre vahdet-i vücudun fazlası sapkınlık ve zındıklık olarak kabul edilmektedir. Nasıl ki Hallac-ı Mansurlar, Muhiddin Arabîler, Seyyid Nesîmîler ve Şeyh Bedreddin Simavîler şeriate ters olduğu düşünülerek kendilerine eziyet edildiyse, Tarîkat-ı Bektaşîye’ye olan hücumlar da onlara yapılan hücumların aynısıdır (Rıfkı, 1325:12). Ahmed Rıfkı, şeriat ve tarikat konularını özetle şu cümlelerle ifade etmektedir: Ârifler katında eğitimde, tevhidi öğretmede pek çok makamlar ve mertebeler vardır. Fakat mertebeler iki kelime ile özetlenebilir. Yoldaki mertebelerin birisi “Fark” diğeri “Cem” dir. Fark, şeriat makamında ibadet, Allah’a yöneliş, Hakk’ı hak, bâtılı bâtıl, küfrü küfr ve imanı iman olarak kabul etmek için çaba göstererek dinin yasaklarından kaçmaktır. Bu makam, şeriat mertebesidir. Bu mertebede bulunanlar yalnız hakikati sadece dış yönüyle görürler. Her şeyi şeriat kitabında muayyen olan sınırlarından dışarı çıkmazlar. Fark mertebesi ise dünya âlemidir. Orada Hakk ile halk ayrı ayrıdır. Hâlik ile mahlûk başka başkadır. Bütün varlık âlemi onlara göre yaratılmış olarak kabul edilmelidir (Rıfkı, 1325: 44).

Cem makamı ise, aşk ve cezbedir. Bu mertebede bulunan yalnız Hakk’ı görür, Hakk’tan başka hiçbir şey yoktur. Görünen, yaratanın varlığının yansımasıdır. Bu mertebede yaratılmış olan her şey Hakk’ın vücudunda barınmaktadır. Faâl (hareket hâlinde olan), mevcut (var olan), muhît (kapsayan) ve mürit (isteyen) her şey Hakk’tır. Bu mertebede Hakk’tan başka hiç bir mevcut yoktur. Bu mertebeye erişen kendi vücuduyla fâni (ölümlü), Allah ile bâkî yani ölümsüzdür. Gören ve görülen her şey ondan ibarettir, manevî bir cezbe hâlidir. İbadet eden ve edilen, secde eden ve edilen her şey ondan ibarettir. Evvelki mertebe, yani “Fark” mertebesi zâhirdir. “Cem” mertebesi ise bâtındır. Kâmiller Hakk’a ulaşmış, evliyalığın üst mertebelerine varan kişiler bu mertebelerin ikisini de cem edenlerdir ki bu mertebeye “Makam-ı Cem mea’l-fark” derler (Rıfkı, 1325:45). Şimdi bir mukayese edelim. Şeriatsız tarîkat elbiseden soyundurulmuş çıplak bir hâlde bırakılmış bir güzele benzer ki, çıplaklık hoş bir görünüş değildir. Ona mutlaka bir elbise giydirmek gerekir. Yani “Cem” mertebesi elbisesi çıkarılmış bir güzel gibidir. Elbisesiz insanı seyredenlerin kalplerinde nasıl ki bir şehvet girdabı ve ihtirâs meydana gelirse, tarîkati ve hakikati eğer şeriat elbisesinden soyundurursanız, aynı kötü sonuçla karşılaşmaya sebebiyet verirsiniz. Tarîkatsız şeriatta olmamak gerekir. Çünkü yalnız zâhire yani sadece dışa değer verip özü ve asıl manayı bilmemek de körlüktür.

Unutmamalıyız ki bütün tarîkatler doğru ve kesin bir silsile yolu ile Hazret-i Fahr-i Âlem (sav) Efendimize ulaşır. Bektaşî tarîkati hem zâhir hem de bâtın yönünden Hazret-i Muhammed (sav) Efendimize ulaşır (Rıfkı, 1325:85). Tarîkatlerin başlangıcı ve kaynağı, âlemlerin övüncü Peygamber Efendimizdir. Şeriat nasıl ki hakikatin kaynağı olan marifet kâbesinden ortaya çıktıysa, tarîkat da oradan çıkmıştır.

Hacı Bektaş Velî Hazretleri âyin ve tarîkat erkânını öğrettikten sonra hicrî 738/1336 senesinde Hakk’a yürüdü. Fazl-ı Hurûfî denilen adam ise 796/1394 tarihinde Acemistân’da vefat etti. Zaman ve mekân itibarıyla arada olan bu farklar, Bektaşîlerin âyin ve erkânı arasına Hurûfî inancının karışmasına kuvvetli engel teşkil eder. Mir’atü’l-Makâsid’de: “Bektaşîlik aslında bu gürûhtan olmadığı gibi adı geçen topluluk yani Hurûfîler de Bektaşî değildir, denilmektedir. Bektaşîlerin icazetleri, hilafetleri Hacı Bektaş Velî Hazretlerinden şu ana gelinceye değin, yalnız Bektaşî halifelerinin isimleri geçmektedir. Hurûfîlerin de kendilerine ait hilâfet-nâmeleri vardır ki o hilafet-nâmelerde yazılı olan isimlerin hiçbirinde Bektaşî halifelerinin adları geçmez (Rıfkı, 1325:95). Buradan da açıkça Kâşifü’l-Esrâr’ın bu iddiasının da tamamen asılsız olduğu anlaşılıyor. Çünkü, Bektaşîlikle Hurûfîlik tarih, mekân, inancın zâhiri ve bâtını yönünden birbirinden ayrıdır.

Bektaşî tarîkatında niyâz konusunda aşırılığa gidildiği varsa da olması gereken sınırları aşmamıştır. Hoca İshak Efendi, Rufâî, Sâdî ve Kâdirî tekkelerinde bile icra edilen niyâzı, Tarîkat-ı Bektaşîye’nin niyâzından ayırıyor. Büyük bir iftira olarak güyâ Fazl-ı Hurûfî’ye secde edildiğini yazıyor. Bektaşîlik; Hacı Bektaş Velî’ye mensup bir topluluktur. Eğer Fazlullah Hurûfî’ye mensûp olsaydı, Fazlullah’a nisbet edilir, Bektaşîler de secdelerini Fazlullah’ın adını zikrederek yapardı. Eğer şu anda secde etmek gerekse Hacı Bektaş Velî’ye karşı icra edilir. Çünkü bütün Bektaşîlik, onun namına, âdâbına ve erkânına bağlıdır.

Kâşifü’l-Esrâr Defiü’l-Eşrâr ismindeki kitap, Müslümanlar arasına ayrılık tohumu ektiği için fesatlık içermektedir. Çünkü suret-i haktan görünerek, Hurûfîlikle Bektaşîliği müthiş bir entrika ile birbirine karıştırarak, milletin birliğine, insanlık adabına ve İslâmîyete darbe vurmak öyle bir fesattır ki en basitçe düşünen bile bu fesatı fark eder (Rıfkı, 1325:135). Kasıt ve kinle dolu Kâşifü’l-Esrâr ismindeki kitap, gayet basit ve ilkel fikirlerle doludur. Halkın diline düşürülmüş açık saçık hikâyelerle altı yüz seneden beri Osmanlı coğrafyasının her noktasına yayılmış olan Tarîkat-ı Bektaşîye’yi reddetmek daha doğru bir tabirle söylemek gerekirse aşağılama ve saldırı için yazılmıştır. Bunun yayınlanmasıyla halkın düşüncesine, bu masum dervişler aleyhine şüphe tohumları ekilmiştir.

II. Mahmut, 1241’de Yeniçeri eşkiyasını tamamen ortadan kaldırmak için teşebbüse girişti. Sultanahmet Meydanı’na toplanan Yeniçeri âsilerinin üzerine asker gönderilerek, gerek orada gerekse Etmeydanı’ndaki kışlalarda bulunanlar temizlendi. Bir iki gün zarfında İstanbul’da birkaç bin Yeniçeri katledildi ve bir kısmı da sürgüne gönderildi. Yeniçeri Ağaları’nın kapısı olan şimdiki Daire-i Meşihat, o zaman Daire-i Meşihat oldu. Yeniçeriliğin ilk kuruluşunda Ocağa hayır dua eden Pîr-i Tarîkat Hünkâr Hacı Bektaş Velî Hazretlerinin adı son zamanlara kadar bile Yeniçeriler tarafından kemâl-i hürmetle yâd edilirdi. Tarîkatin âyin ve erkânından birçoklarıyla gülbankların bazıları Yeniçeriler tarafından kullanılmaktadır (Rıfkı, 1328:57). Bektaşîlerin ortadan kaldırılmasının sebebi “Yeniçerilere Taife-i Bektaşîye namı verilmesidir.” deniliyor. Pekâlâ! Bektaşîlikle münâsebeti olan Yeniçerilerin katledilmesi ve perişan edilmesi kâfî gelmiyormuş gibi, dergâhlarının köşelerinde sakin bir yaşam süren Bektaşî tarîkati fukarâsını perişan etmek hangi mantığa hangi akla sığar? Bektaşî namı ortada kalırsa Yeniçerilik kalkmamış gibi görünecekmiş. Buradaki “gibi görünmek” tabirini “zannetmekle” eş kabul ettiğimizden zan ile verilen hükmün ne dereceye kadar isabetli olacağını aklı başında olan herkes bilir. Şeriata zıt davranış deniliyor (Rıfkı, 1328:60). Eğer bıyık uzatmak gibi sıradan meseleler ise bunlar insanların katledilmesi veya sürgün edilmesi için yeterli değildir.

Nihayet kendilerinin katledilmesi fermanını imzalamışlardı. Sultan Mahmut Adlî’nin bir emriyle toplanan devlete bağlı güçler, bu son hareketi bastırdı ve Yeniçeri adını bu âlemden sildi (Rıfkı, 1328:63). Bektaşîlerin kaldırılmasına ve ileri gelenlerinin katledilmesi, bazılarının sürgüne gönderilmesi, tekkelerinin kapatılmasıyla ilgili verilen kararın da Yeniçerilere, Gürûh-ı Bektaşîyân denilmesinden dolayıdır.

Kâşifü’l-Esrâr Defiü’l-Eşrâr ismindeki kitap, Müslümanlar arasına ayrılık tohumu ektiği için fesatlık içermektedir. Çünkü suret-i haktan görünerek, Hurûfîlikle Bektaşîliği müthiş bir entrika ile birbirine karıştırarak, milletin birliğine, insanlık adabına ve İslâmîyete darbe vurmak öyle bir fesattır ki en basitçe düşünen bile bu fesatı fark eder (Rıfkı, 1325:135). Kasıt ve kinle dolu Kâşifü’l-Esrâr ismindeki kitap, gayet basit ve ilkel fikirlerle doludur. Halkın diline düşürülmüş açık saçık hikâyelerle altı yüz seneden beri Osmanlı coğrafyasının her noktasına yayılmış olan Tarîkat-ı Bektaşîye’yi reddetmek daha doğru bir tabirle söylemek gerekirse aşağılama ve saldırı için yazılmıştır. Bunun yayınlanmasıyla halkın düşüncesine, bu masum dervişler aleyhine şüphe tohumları ekilmiştir.

II. Mahmut, 1241’de Yeniçeri eşkiyasını tamamen ortadan kaldırmak için teşebbüse girişti. Sultanahmet Meydanı’na toplanan Yeniçeri âsilerinin üzerine asker gönderilerek, gerek orada gerekse Etmeydanı’ndaki kışlalarda bulunanlar temizlendi. Bir iki gün zarfında İstanbul’da birkaç bin Yeniçeri katledildi ve bir kısmı da sürgüne gönderildi. Yeniçeri Ağaları’nın kapısı olan şimdiki Daire-i Meşihat, o zaman Daire-i Meşihat oldu. Yeniçeriliğin ilk kuruluşunda Ocağa hayır dua eden Pîr-i Tarîkat Hünkâr Hacı Bektaş Velî Hazretlerinin adı son zamanlara kadar bile Yeniçeriler tarafından kemâl-i hürmetle yâd edilirdi. Tarîkatin âyin ve erkânından birçoklarıyla gülbankların bazıları Yeniçeriler tarafından kullanılmaktadır (Rıfkı, 1328:57). Bektaşîlerin ortadan kaldırılmasının sebebi “Yeniçerilere Taife-i Bektaşîye namı verilmesidir.” deniliyor. Pekâlâ! Bektaşîlikle münâsebeti olan Yeniçerilerin katledilmesi ve perişan edilmesi kâfî gelmiyormuş gibi, dergâhlarının köşelerinde sakin bir yaşam süren Bektaşî tarîkati fukarâsını perişan etmek hangi mantığa hangi akla sığar? Bektaşî namı ortada kalırsa Yeniçerilik kalkmamış gibi görünecekmiş.Buradaki “gibi görünmek” tabirini “zannetmekle” eş kabul ettiğimizden zan ile verilen hükmün ne dereceye kadar isabetli olacağını aklı başında olan herkes bilir. Şeriata zıt davranış deniliyor (Rıfkı, 1328:60). Eğer bıyık uzatmak gibi sıradan meseleler ise bunlar insanların katledilmesi veya sürgün edilmesi için yeterli değildir.

Nihayet kendilerinin katledilmesi fermanını imzalamışlardı. Sultan Mahmut Adlî’nin bir emriyle toplanan devlete bağlı güçler, bu son hareketi bastırdı ve Yeniçeri adını bu âlemden sildi (Rıfkı, 1328:63). Bektaşîlerin kaldırılmasına ve ileri gelenlerinin katledilmesi, bazılarının sürgüne gönderilmesi, tekkelerinin kapatılmasıyla ilgili verilen kararın da Yeniçerilere, Gürûh-ı Bektaşîyân denilmesinden dolayıdır.

O kargaşalık esnasında kasıtlı bir şekilde yapılmış ve bu şahsî garazların oynadığı roller neticesinde lâubali tavırlar ile meşhur olan bazı kişiler ise Bektaşî olmakla suçlandılar (Rıfkı, 1328:80). Bunlar, toplum içinde saygıdeğer, bilge ve seçkin âlimlerdendi. Mesela, ilim ve fende yetkin olan Şânizâde gibi şanlı bir zatın, Kethüdazâde Ârif Efendi gibi Osmanlı tıbbının terimlerini bilen çalışkan bir kişinin, İsmail Ferruh Efendi gibi tefsîr ve hadis ilmine vâkıf âlimler de bu topluluktandı. Bu erdemli kimseler, o zamanlar kıskanılacak kadar faziletli kimselerle birlikte bulunmuştu. Kıskanç kimseler, bu saygıdeğer zevattan çekiniyorlardı. Merhûm Cevdet Paşa’nın uzun açıklamalarından anlaşılacağı üzere, bu erdemli kişilerin sürgüne gönderilmeleri yalnızca şahsî kasıt ve haince yalanlar nedeniyledir.

Mesela Şânizâde’nin hekimbaşılığa tayin olacağını bilenler ve anlayanlar ise o makamın kendilerine verilmesi için çaba gösteriyor ve ellerinden gelen gayreti geri koymuyorlardı. Ne zaman ki Yeniçeri vakası çıktı; Yeniçerilerin uğruna birçok Bektaşîler de siyaseten haksız yere cezalandırıldılar. Pek çok tarîkat erbâbı da vatanlarından uzak kaldı; malları harap edildi. İşte o sırada “tam fırsat” diyen kötü niyetli kimseler harekete geçtiler. O yüce zevat, bu nedenle birçok felaketlerle karşılaştılar (Rıfkı, 1328:81).

Sultan Mahmut Adlî’nin emriyle Bektaşî tekkeleri kapatılıp yerle bir edildi. Pek çok tarîkat erbabı ârif kimseler uzak yerlere sürgün edildikten sonra Esad Baba meselesi çıktı. Esad Baba, evvelce Edip Paşa’nın mühürdarlığında bulunmuş kâtiplerden iken, Tarîk-i Nâzenine bağlanmış Rumeli ve Anadolu taraflarını gezmiş; birçok mazlum kalplere, mazlum yüreklere nurlar saçmış ve sırlar vermiştir. Daha sonra Rumeli’nin Usturumca, Radovişte ileri gelenlerinin yanına gelerek, postu yayıp misafir ağırlamıştır. Meselenin İstanbul’da ortaya çıkmasından sonra Esad Baba, Radoviş’ten kaçarak Manastır’a gitmiştir. Yukarıda verilen fermanla Bektaşî tekkelerini tahrip etmek için görevlendirilen Hacı Bey tarafından Manastır’da yakalanmış ve güyâ üzerinde çıkan bir kitabın içeriğinde “Kur’ân âyetleri yanlış tefsîr ediliyor.” denilerek derhal sorgulanmış ise de rafz ve ilhâdına dair kesin bir ipucu elde edilemediği için Rumeli taraflarında varlığı zararlı olacağı beyanıyla İstanbul’a tutuklu bir şekilde sevk edilmiştir. Esad Baba, Bâb-ı Âlî’de uzun uzadıya sorgulandıktan sonra kitaptaki şeylerin içeriğinden haberi olmadığını, kendisinde rafz ve ilhâdın bulunmadığını iddia etmişse de hapse atılarak cezasının ne olduğunun sorulması amacıyla öncelikle meşihata gönderilmiştir. Meşihat ise aşağıda yer alan fetvaları imzalayarak, Sultan II. Mahmut’a göndermiş ve emirleri beklenmiştir (Rıfkı, 1328:110)

Şeyhlik iddiasındaki Müslüman bir kişi sapkın, fesat çıkaran düşüncelere sahip olduğunu gösteren davranışlarda bulunursa, o kişinin siyaseten katli meşru mudur?
El-cevap: Allahu âlem vâcibtir.

Bu durumda kişi yazılı olduğu üzere ilhâd ve zındıklıktayken tövbe etse, tövbesi makbul olur mu?
El-cevap: Allahu âlem olmaz, belki katledilir.
Aldatma, fesat çıkarma ile uğraşan kişi tövbe etse o kişiye ne yapmak gerekir?
El-cevap: Allahu âlem katlolunur.
Kâtip el-fakîr Kadızâde Mahmut Tâhir (Rıfkı, 1328:111).

Şeyhülislâm tarafından tasdik ve imza edilen bu fetvalar, İkinci Mahmut Adlî’ye arz olunur. Esad Baba meselesine daha önce arz edilen Mahmut Bey’in de sürgüne gönderilmesini içeren bir karar vardı. Fetvalarla kararlar incelendikten sonra aşağıdaki hatt-ı hümâyûn ortaya çıkmıştır.

Adı geçen bu fetva ve diğer evraklar tarafımdan incelenmiştir. Bunun gibi mülhid ve zındık inançta olan henüz temizlenmemiş çok adam vardır. Adı geçenin katledilmesi gerektiği fetvada açıkça belirtilmiştir. Sözlerinden sonra, Esad Baba, Aksaray’da şimdiki jandarma karakolu önünde asılarak idam edilmiştir (Rıfkı, 1328:112).

Birinci fetvadan anlaşıldığı üzere tamamen siyaseten katledilmiştir. Hele ikinci fetvada tövbenin makbul olamayacağının net bir şekilde belirtilmesi oldukça yanlıştır. “Lekad taayyenü’r-rüşdü” âyet-i kerîmesiyle belirtilen ve “lâ ikrahe fi’d-dîn” âyetiyle te’yîd edilen emr-i ilâhî yüce İslâm dininde cebr ve ikrâh olmadığı açıkça belirtilmiştir.

İslâmîyette bir kimsenin iman tarzı ve itikadından dolayı değil öldürülmesi, o kimseye eziyet edilmesi bile câiz değildir. Fransızların “tolarance” dedikleri, bizim dinî, vicdanî meselelerde hürriyet ve istiklâl dediğimiz uygunluk, dinimizin açtığı doğru yolda ilerlemek ve medenî olmaktır.

Hacı Hüseyin Mazlum Baba’nın türbeleri Bağdat’ın karşı yakasında İmam Musa Kâzım Efendimizin avlusundadır. Mübarek isimleri mezar taşına kazınarak yazılmıştır. Hakk’a göçtüklerinde fakîr de oradaydım.

Bugün Irak hattında dört ayrı Bektaşî Dergâhı vardır. Bunun biri Kerbelâ’da Hazret-i Hüseyin Efendimizin bulunduğu avlu içinde mükemmel bir âsitânedir. Bânisi Kanûnî Sultan Süleyman’dır. Diğeri ise Necefü’l-Eşref İmam Ali Efendimizin bulunduğu yerin avlusu içinde gayet mühim bir dergâhtır, bânisi Yavuz Sultan Selim’dir (Rıfkı, 1328:155). Bu iki dergâh 1241 yılındaki feci olayda yıkılmamış ise de vakıflarının bir kısmı zapt edilmiş ve cüzi bir şey kalmıştır.

Necef ve Kerbelâ dergâhlarının yıktırılamamasının sebepleri ise, bu iki dergâhın avlusu içinde türbelerin olması ve yanlarındaki binaların varlığı da bu binaları yapanların kutsal kişiler olarak halk tarafından kabul edilmeleri nedeniyledir. Aksine bir davranış Yezitliğin âşikâr bir şekilde katmerlisi sayılacağından cesaret edilememiş ve bırakılmıştır. Diğer iki dergâh yukarıda açıklandığı gibi Hüseyin Mazlum Baba’nın yeniden inşa ve imâr ettiği Gürgür Dergâhı’yla Hüseyin Mazlum Baba namına İran hükümdar hânedânlarından merhûm Nasreddin Şâh’ın amcası merhûm Mirza Ferhâd tarafından 1299 tarihinde İmam Musa Kâzım Efendilerimizin avlusu içinde yaptırmış oldukları Kâzımiye Dergâhı şerifidir. Bugün yeri yurdu belirsiz bir hâlde olup Bağdat’ın karşı yakasındaki Dicle Nehri kenarında gayet güzel bir mevkide vaktiyle bulunmuş olan Şahin Baba Dergâhı’yla Gürgür Baba Dergâhı öyle kutsal ziyaret yeri içinde olmadıklarından, 1241 olayında tahrip edilmişlerse de Gürgür Baba Dergâhı sonra Hüseyin Baba tarafından yeniden inşa edildiği bilinmektedir.

Mevkilerinden ve bânilerinden bahsettiğim mevcut dergâhların bugünkü üzüntü veren durumundan bahsedeceğim. Hüseyin Baba’nın âhirete intikalinden sonra, yine Gürgür Dergâhı’ndan başlayıp diğerleri hakkındaki bilgi ve gözlemleri de ayrıntılı açıklayacağım. Şöyle ki Hüseyin Baba’nın son post-nişînliği zamanlarında valilik göreviyle Bağdat’a gelen Takiyüddin Paşa, Bağdat’a geldikten sonra Hüseyin Baba aleyhinde var kuvvetiyle uğraşdıysa da Baba’yı yerinden kıpıdatamadı ve ümidi kesildi. Baba ile zâhiren dost oldu (Rıfkı, 1328:157).

1302 tarihinde Hüseyin Baba’nın vefatının ikinci gününde Takiyüddin Paşa, dergâhta bulunan dervişleri bir zabtiye müfrezesiyle zor kullanarak tekkeden çıkarttı. Baba’nın o nefis kitablarını dervişlerin almalarına müsaade etmeyerek, Süleymaniye’ye bağlı Karadağ nahiyesinden güyâ Nakşîbendî’nin Hâlidî kolundan Abdurrahman adındaki bir Kürt mollaya dergâhı bağışladı. Abdurrahman Molla ise hemen ailesini Bağdat’a getirerek, o mücerred post-nişînliğine mahsus olan dergâha gelip oturdu.

Hüseyin Baba’nın şahsî çabalarıyla fukarâ-yı Bektaşîye için yaptığı yukarıda açıkladığımız vakfın gelirlerini kendi çıkarlarına kullanıyor; yiyip içip karısıyla birlikte zevkine bakıyordu. Bu fakîrin Bağdat civarından ayrıldığım 1314 senesine kadar Molla Abdurrahman dergâhtaydı. Ölmüş ise muhtemelen oğluna verilmiş olmalıdır.

Kâzımiye Dergâhı’na gelince bu dergâha merhûm Hüseyin Baba sağlığında Seyyid Velî namında kemal sahibi mücerred bir Bektaşî dervişi bıraktı. Seyyid Velî, 1313 tarihinde vefat ettiğinde Kâzımiye’de bulunan Acemlerle türbedâr Araplar bu dergâhı zaptettiler (Rıfkı, 1328:157). Hâlbuki bu dergâhın Tarîkat-ı Âliyye-yi Bektaşîye dervişlerine ait olduğu açıktır. Dergâhın bânisi olan merhûm Mirza Ferhat tarafından İran’da güzel bir mermer taş üzerinde edebî bir ibâre ile kazınarak yazılmış ve dergâhın